Archive for the ‘Sîn-Yâ’ Category

h1

Yola Çıkarken

Temmuz 8, 2008

Yazar: Yasin RAMAZAN

Yolların bitmesi demek, aslında bir noktada yolun milyonlarca farklı yöne ayrılması demekmiş.

Yol biter mi, bitmez mi? Sokak çıkar mı, çıkmaz mı? Caddeler ne kadar uzun, otoyollar nereye kadar gider veya sokak lambalarının ışığı hiç mi sönmez? Bilinmez. Bu sorular aslında cevabı bulunsun diye değil, böyle soruların da olduğu bilinsin diye sorulmuştur. Ve bilinmektedir de…

İşte oraya; o yolların bitişine –aslında yolların tükenişi demek daha uygun olur ya- kim gelirse gelsin, bu sorulardan haberdardır. Her bir yolu ayrı ayrı yürüme ihtimali ise hiç yoktur. Bilmektedir; yolun bittiğini, tabelaların tükendiğini bal gibi bilmektedir. Ama gitmek zorundadır bunca yoldan birine. Doğru çıkma ihtimalinin milyonda bir bile olmayışının yanında, belki de doğru yolun hiç olmaması da söz konusudur ya, bunu da bilmektedir. Ama bu yoldan, bu yoların tükeniş noktasından binlercesi, milyonlarcası da geçmiştir işe. O da geçecektir. Yerde ne kemikler, ne ölü yiyen böcekler var; demek ki burada kalan olmamış. Biz de kalmayacağız elbet.

Yollar tükenir, yollar tüketilir.

Doğru yolun yanlış yollara bir alternatif olmadığı bilinmez çünkü. Doğru, doğru olmak zorunda olduğu için vardır. Varlığı gizli, saklı ya da hesaplı olabilir. Ama gittiği yön her zaman hesapsız, açık ve seçiktir.

Şimdi ne gereği var felsefenin? Edebiyatın kıvrımlı yollarında direksiyon sallarken tekerlekten gelen gürültüler yetiyor zaten. Bir de bu paragrafı neden ekledin yazıya?

Yazı, kendi yolunu kendi seçer çünkü. Kalemin elimde duruşuna aldanmayın, o beni kulllanıyor. Yolunu bitirdikten sonra gittiği her yol doğru çıkıyor. Yolların tükendiği yerde, milyon ihtimalin ezici baskısından, vehimlerin ateşli cümlelerinden ve çaresizliğin çivili kıskacından böyle, bu hızla kurtuluyor. Hızının bittiği yer aslında yolların tükenişi gibi görünse de; bakmayın; onun tükenişidir. Herkes, kendi tükendiği yeri “yolun sonu” sayar. Bu böyledir.

Yazılar yazılır, çiziler çizilir, sözler söylenir ve yollar hakkında herkes herşeyi bilmektedir. Yoldan çıkan bir daha dönemez. Yola gelmeyen aslında adam değildir.Yolun başında olanlar vardır ve genellikle dönenlerle bu dönüş yolunda karşılaşırlar. Uzun ince yollar vardır; gece gündüz gidilir. Yolcu yolunda gerektir, çünkü yol uzundur. Yol yorgunluğu vardır, yol azığı konmuştur. Ama herşeyin olup bittiği yerde yolun sonuna gelinmiştir.

Yolun sonu… Tükenişin, beyaz bayrağı çektiği yerdir.

h1

Mübtelâ

Nisan 28, 2007

Yazar: Yasin Ramazan

Karşında eriyen bir buz dağı var henüz fark edemediğin. Fark etmediğin desem herhalde çok acımasız olacağım, ya da sen olacaksın.

Susmanın o büyülü atmosferinde gözlerimi konuşturmak isterdim ama , gözlerin konuşmadığı gibi, dinlemiyor da beni. Gözlerin, bir dağ yamacında korkuluk gibi görünüp korkutuyor beni. Her korkunç nesnedeki çekicilik onlarda da var. Çekiyor; o yaralayıcı ifade ile “mübtelâ” edip, gönül kıskacına bırakıyor bir ömrün basamaklarında teker teker. İznini almadan, yanıma aldığım hayal ve gerçek arası bir buğudan ibaret gözlerini, iznimi almadan çekip alıyorsun benden.

I.

Muradını; bir sedef kalem ile kandan mürekkeplere bandırarak bir şeffaf kağıda yazsan, güvercinler pencerende, onu tutup bana getirmek için. Gönül telini bu cihanda titreten ne varsa, bir kelime ile izah edebilirsin elbet; ve elbet billurdan kalelerinden çıkıp bana o hayat bûsesini bahşedebilirsin. Etme; gam değil, ama bekletme.

II.

Üstüne ipek yorganlar çektiğin nefeslerinle aç bu sahneyi. Perdelerin kapanıp perdelerin, perdelerin açıldığı ve sonsuz bir oyunun oynandığı bu sahne, bir nefesine bakıyor sadece. İki dudağın arasından süzülebilecek tek bir nefes, tüm geçmişi silip, tüm geleceği inşa edecek.

III.

Bırak tuzlu kalsın denizler… Gözyaşlarını tuzlu kılan her ne ise, ondandır tuzu belki de. Bir devin gözyaşlarından, bir ormanı çıkaran bu yer, bu zaman; elbet kuracaktır yine düzenini; tuzunu atacaktır bir yerlere. Tuz, senin elinden çıkıp benim damarlarıma girdiğinden beri susuzluğumu giderecek bir damla su ararım. Varsa bir damla suyun, bana bahşeder misin; onu sorarım.

IV.

Taşıdığın tozların zerrelerinde dolaşmayı, her adımında acıyla uyanıp senden uzaklaşmayı ve her dönüşte hasretle kucaklaşmayı mı revâ görüyorsun bana? Dağların o inatçı duruşu, bir çağlayana nasıl haz veriyorsa, haz alıyorsun sanki bu gidip gelmelerden. “Gelme” derken, yanlış anlama; gelmekse niyetin, neden ben gideyim?

V.

Ellerine aldığın o sıcak ve yumuşak şey benim kalbim. Tuttuğunu biiyor musun bilmiyorum ve bildirmiyorum. Sen biliyorsun ki, kalp bir daha çarpmaz olmuş, bırak ben bilmeyim. Umut, damarlarımı tıkayıp, o en çirkin yüzüyle çıkmasın karşıma.

VI.

Lâl olmuş dilim sana dilim sana giden tüm yolların başlarında. Sözler kifayetini kaybetmiş, sarhoş, serkeş, dilhûn… Aşk şarabını, değil içmek; o şarabı gördüklerinden beri sözcüklerin her biri bir yanda; birleşmek bilmiyorlar. Onları tutuşturan bu alevi nasıl yaktın? Bilmiyorum, bildirmiyorsun. Son hecemi söylüyorum:

VII.

Aşk.